Sayı 25

Altın Söz Kulağa Küpe Masalı 1. Bölüm

Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde. Vaktin kıymetini bilenler yürümüş hayırlı yollarda, kıymeti ayağa düşürenler şaşmış düz yolda. Var varanın sür sürenin baykuşu çoktur devletli olanın. Uzak uzak diyarlarda şanım var şöhretim var, kıymet bilmez ellerde değerim var kıymetim var. Ben derim sarı samanı saklayalım, sen dersin olmaz değerini veren olursa hemen satalım. Boşuna dememişler sakla samanı gelir zamanı, her bir şeyin değerini bulduğu vakti bulmaktır her işin zamanı. Gel gel idim gel idim, azgın, kuzgun sel idim. Aktım coştum duruldum, yerde bir şeftali buldum. Şeftalinin tadı hoş, benim kafam dımdızlak, beynim boş. Ne olursa olsun masal anlatalım, anlattığımız masaldan da hissedar olalım.

Sevgili dinleyenler uzak ama çok uzak zamanlarda ülkenin birinde çok kudretli ve merhametli, aynı zamanda adil ve kılı kırk yaran bir hükümdar varmış. Ülkesinin sınırları geniş mi geniş, ovaları uçsuz bucaksız, dağları enginli yüksekli sayısız imiş. Ülkesinin her yanındaki şehirlerde kendi tayin ettiği adil ve merhametli valiler varmış ve hükümdarın adına bu şehirleri, bölgeleri yönetirlermiş. Bu valilerden herhangi birisinin adaletsiz davranmasından şüphelendiği ya da bir şikayet geldiği zaman hemen kendisine sadık ve akıllı adamlarından bir ya da ikisini gönderir, o giden adamlar tebdili kıyafet halkın içine karışır, Valinin şehirde nasıl hüküm sürdüğünü, nasıl davrandığını bir iyice araştırtır, eğer şikayetler ya da tespitleri doğru ise valiyi hemen azleder, hatta cezalandırırmış.

Vatandaşlar bunu bildikleri için çok rahatlarmış yaşadıkları beldelerde. Valilerde bunu bildikleri için diken üstünde dururlar, her an denetlemeye gelecek birileri olabilir diye adaletten ayrılmamaya ve insanlara karşı ilgili, yakın ve onların dertlerini çözmek için çaba sarfederek şehri idare etmeye çalışırlarmış.

Gel zaman git zaman hükümdar yaşlanmış. Elbette her insan gibi onun da elinden güç, ayağından derman çekilmeye başlamış. Eskiden günlerce at üstünde gidip ülkeler fetheden, insanlara adaleti dağıtan hükümdar artık yerinden kalkmakta zorlanıyor, yanındaki adamlarının yardımıyla tahtına oturup kalkabiliyormuş.

Bu hükümdarın yüz tane veziri varmış esvgili çocuklar. Hepsi de çalışkan akıllı ve zeki insanlarmış. Ancak paişah bunlardan hiç birisine güvenmez, yine de dikkatli tavranırmış. Bu vezirlerin içinde biri varmış ki, padişah onu çok seviyor ve her fırsatta onunla daha detaylı  bir şekilde devlet işleri ile ilgili fikir alışverişinde bulunuyor ve onun tavsiyeleri ile huzurlu bir şekilde ülkesini yönetmeye devam ediyormuş.

Gel zaman git zaman yıllardır tahtta oturan ihtiyar da her fani gibi ihtiyarlamış ve artık eskisi gibi gücü kuvveti kalmamış. Devletle ilgili görüşmeler yapılırken uyuyakalıyor, başı göğsüne düşüyormuş. Hatta zaman zaman horladığı bile oluyormuş. İşte o anlarda Vezir Huşment hemen idareyi eline alıyor ve bunca zamandır çeşitli nimetleri ile nimetlendiği padişahını zor durumda bırakmamak için gereken ne ise uyguluyor ve devletin yönetiminde bir aksaklık olmaması için tüm tedbirleri alıyormuş.

Hükümdar kendine geldiğinde, ya da sorduğunda da tüm bilgileri kendisine aktarıyor ve bir sıkıntı olmadığını, veziri olarak gereken tüm müdaheleleri yaptığını söylüyormuş. Hükümdar “Ev vezirim sen ne iyi bir insansın, sen olmasaydın ben bu devleti bu halkı bu kadar huzurlu yönetemezdim” diye teşekkürünü her fırsatta belirtiyormuş.

Hükümdar da artık yaşlandığının farkına vardığı için bir gün Veziri huşmenti huzuruna çağırmış ve üç evladı ile görüşmek istediğini ve onlardan birine d evletin idaresini bırakmak istediğini söylemiş ancak hangisine bırakacağını bilemediğini, bu konudaki tereddüdünü de dile getirmiş.

Vezir Huşment uzun uzun konuşan hükümdarı sabırla dinledikten sonra demiş ki, “Sultanım üç evladınıza da bir görev verelim ve o görevi hangisi başarıyla tamamlarsa onu tahta varis kılarsınız, diğerleri de ona tabi olurlar.”

Hükümdar “Bu fikir güzel ama ya ben öldükten sonra aralarında niza çıkarsa, ya onlar birbirlerine düşer ve taht kavgasına girerler, böylece halk perişan olursa o zaman ben bu vebali nasıl kaldırırım.”

Vezir huşmend de bu konuda tereddütlü imiş. Uzun sakallarını bir sürü karıştırdıktan ve düşündükten sonra “Sultanım benim bir fikrim var. Müsaade ederseniz onu anlatayım.” Demiş. Hükümdar “Elbett anlat bakalım” deyince, “Efendim ülkenizin sınırları şarktan garba yayılmış durumda, bu kadar geniş toprakları olan başka hükümdar yok yeryüzünde. Evlatlarınızı yönetime hazırlamak için yine görevlerini verelim. Hangisi başarırsa onu yerinize tahta oturtalım, diğerlerine de daha önce fethettiğiniz ve idareniz altında bulunan ülkelere padişah yapalım onlarda oralarda kendi iktidarlarını kursunlar. İlerleyen zamanda birbirleriyle savaşırlarmış, ya da sizin tahtınızı ele geçirmek için birbirlerine girerlermiş o da onların derdi olsun artık ne diyelim.” Diye fikrini söylemiş. Bu fikir hükümdarın da aklına yatmış. Ancak hangi görevi vereceklerini bir türlü aklına getirememiş. Bunu da vezir Huşmend çözmüş tabi. “Sultanım kaf dağının ardında anunaki isimli devlerin yaşadığı bir ülke vardır. O ülkenin sultanının sarayının bahçesinde bir hayat ağacı var. Dünyada başka yerde eşi benzeri yok. O ağaç hangi sarayın, hangi evin bahçesine dikilir de büyütülürse o evin ya da sarayın sahibinin ömrü uzarmış. Kitaplarda öyle yazıyor. O ağaçtan bir sürgün, bir dal getirip sizin bahçenize diken evladınız, hem sizin ömrünüzü uzatır hayırlısı ile, hem de tahta sizin yerinize oturur. İsterseniz bu görevi verelim.” Demiş.

Hükümdar biraz düşünmüş ve sıkıntı içinde “Tamam görevi verelim de ben ömrümün uzamasını istemiyorum ey Vezirim Huşmend. Yoruldum artık. Vaktim gelince gitmem gereken yere gitmek te istemiyor değilim hani. Ama yarın çağır bakalım huzuruma evlatlarımı, beraber konuşalım ve görevlerini verelim.”

Böylece karar almışlar. Hükümdar sabaha kadar uyuyamamış. Çünkü artık gerçekten yorulduğunu hissediyormuş.  Ertesi sabah Vezir Huşmend hükümdarın üç oğlunuda sarayın kabul salonunda huzura almış. Babalarının kendilerini çağırdığını duyan evlatları da her işlerini bırakıp huzura gelmişler. Gelmesine gelmişler ama en büyük oğlan mızmızlanmış “Canım ne işimiz var bizim huzurda, işte babamız idare ediyor, bizde yiyip içip yatıyoruz” diye, ortanca oğlan sızım sızım sızlanmış “Amaan şimdi iki saat ihtiyar babamızın dilini çekeceğiz, ne gerek var canım, ne diyecekse ulakla söyleseydi ya” diye. En küçük oğlan ise hocalarıyla kılıç, ok atma, at binme ve savaş talimlerinde imiş haberi aldığında. Meraklanmış ve “Babamız mutlaka önemli bir şey söyleyecek, erkenden kabul salonunun kapısında olmam gerek” diyerek en erken o gelmiş kapıya zaten.

Vezir Huşmendi kapıda beklerken bulmuş. Vezir Huşmend de bu küçük oğlanı çok sever diğerlerinden ayrı tutarmış. Çünkü büyük oğlan ve onun küçüğü biraz eğlenceye düşkün, boş beleş işlerle meşgul olan kedi koşturan, köpek taşlayan, aslan dövüştüren, etrafa para saçan, har vurup harman savuran tiplermiş. O yüzden onları hiç sevmez hatta aylarca görmese aklına bile gelmezlermiş.

Ama en küçük oğlan cevvalmi cevval bir yapıya sahipmiş. Çok iyi at biner, iyi kılıç kullanır, iyi ok atarmış. Buna rağmen her zaman talim yapar ve yaptığı talimleri hiç bırakmazmış. Ustalaştıkça ustalaşır ve her zaman yeni şeyler öğrenmek için çaba sarfedermiş. Tüm bunların yanı sıra sarayın kütüphanesinde zaman geçirir ve öğrenmesi gereken ilimleri öğrenmek içinde sarayın alimleri ile sürekli sohbet eder, onların derslerine katılır, tavsiye ettikleri kitapları okur, çözemediği, anlayamadığı konuları da yine onlara danışır ve sürekli kendisini yetiştirmek için farklı uğraşlar edinirmiş.

Nihayet üç kardeş de kabul salonunun kapısında buluşunca birbirlerine bakmışlar. En büyük oğlan vezir huşmende küçümseyici edalarla baktıktan sonra “Ne var vezir başı huşmend, ne diye çağırdı ihtiyar babamız bizi.” Vezir huşmende zaten sevmediği en büyük şehzadenin yüzüne bile bakmadan cevap vermiş. “Az sonra içeri gireceksiniz, öğrenirsiniz şehzadem” deyip terslemiş.

Nihayet hükümdar evlatlarını huzuruna almış. Üçüne de alıcı gözlerle baktıktan sonra gözlerini en küçük evladının üzerine dikmiş ve konuşmaya başlamış. “Evlatlarım görüyorsunuz ki ben artık yaşlandım ve ülkenin idaresini tam olarak yerine getiremiyorum.  Tahmin ettiğiniz gibi biriniz benim yerime geçeceksiniz. Ama hanginiz. İşte bunu belirlemek için üçünüze bir görev vereceğim. Hanginiz bu görevi tamamlarsa benim yerime o geçecek. Anlaşıldı mı?” demiş.

Evlatlarını üçü de başlarını sallamışlar ama en küçük oğlunun haricindekiler içlerinden “İhtiyar iyice aklını yemiş, ne görevi verecekmiş bize. Sanki ölünce tahta bize kalmayacak. Ben diğerlerini halleder tahta otururum” diye düşünmüşler, gözlerindeki kin, hırs ve acımasızlık birden yüzlerine yansıyıvermiş. Bunu da vezir huşmendden başkası görmemiş tabi.

Hükümdar konuşmaya devam etmiş. “Evlatlarım, Kaf dağının ardında anunakiler diye bilinen devlerin ülkesi var. Hükümdarlarının saray bahçesinde hayat ağacı var. İşte o ağaçtan bir dal, bir sürgün, bir fidan getireceksiniz. Sarayımızın bahçesine dikeceksiniz. Kim bu görevi başarırsa benden sonra tahta o oturacak. Ben derim ki, üçünüz birden iş birliği yapın ve beraberce bu görevi yerine getirin, o zamanda size vereceğim çok daha farklı hediyeleri söyleyeceğim. Hadi bakalım yolunuz açık olsun. Bundan sonrasını başvezirim Huşmend size açıklayacak.”

Hükümdar bunları söylemiş söylemesine ancak büyük oğlan ve ortanca oğlanın kalbi kara ve kötü niyetli oldukları için birlikte hareket etmeyi hiç düşünmemişler ve “Kendi başıma hallederim” diye her ikisi de içlerinden geçirmişler. Küçük oğlan ise babasının son söylediğini büyük bir ilgiyle dinleyerek içinden dualar etmiş ve “inşallah üçümüz birlikte hareket ederiz, ağabeylerim hırslarına kapılıp ta kendi başlarına hareket etmezler” diye geçiriyormuş.

Vezir huşmend bunlara yapacakları işi detaylıca anlatmış, yanlarına birer kese altın vermiş, yol azıklarını hazırlatmış, saray ahırında iyi cins atlardan da üç tane altlarına vermiş, anunekilerin bulunduğu yere, kaf dağının ardına giden yolu da gösterip ülke sınırlarına kadar onları uğurlamış. Ve yola çıkarmış. Sonra da kendisi yine hükümdarın yanına dönmek üzere yanlarından ayrılmış.

Hükümdarın üç oğlu ülkenin sınırlarına gelmişler, sonra birbirlerine bakmışlar ve en küçük kardeş demiş ki, “Bence ayrılmayalım ve yolumuza birlikte devam edelim, babamızın söylediği gibi beraber onun isteğini yerine getirirsek bize çok farklı hediyeler verecekmiş.” Diye abilerine teklifte bulunmuş.

Ancak her iki abisininde kalbi kara olduğu için, küçük oğlanın yüzüne gülüp niyetlerini saklamışlar. Kabul etmiş gibi görünip birlikte yola devam etmişler. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Nihayet hava kararmaya yüz tutunca bir ormanın girişinde, bir kuyu başı bulmuşlar ve burada dinlenmeye karar vermişler. Atlarından inmişler ve yiyecek torbalarını çıkarıp oturup yemek yemek için hazırlık yapmaya başlamışlar.

Tam da bu sırada, ormanın içinden üç tane ihtiyar adam çıkıvermiş. Bunlara doğru gelmeye başlamışlar. Üç şehzade de merakla ayaklanmış ve ihtiyarların yanlarına gelmelirini beklemişler. İhtiyar adamlar yanlarına gelince “Selamün Aleyküm, gençler nasılsınız bakalım” diye sormuşlar.

Büyük oğlan ve ortanca oğlan çatık kaşlarını daha da çatmış, çatalları seslerini daha da kalınmaştırmış, ellerini bellerine dayamış ve iki ayaklarını yana yana açıvermişler. Sonra da öfkeli bir sesle “Siz kimsiniz? Niye soruyorsunuz nasıl olduğumuzu? Size ne?” diye terslemişler.

Ancak küçük oğlan, hemen atılmış. “Abilerim napıyorsunuz, bunlar iyi insanlara benziyorlar. Yahu soframıza davet edelim ya.” Büyük oğlan ve ortanca hemen itiraz etmişler. “Biz yiyeceklerimizi, azığımızı bunlarla paylaşmayız. Daha ne kadar gideceğimizi bilmiyoruz, o yüzden de aç kalmak istemiyoruz.” Diye itiraz etmişler. Küçük oğlan da abilerini kızmış ve “İyi siz paylaşmayın ben paylaşırım” diyerek ihtiyarlara dönmüş ve “Hamdolsun. Sizlerde iyisiniz inşallah. Buyrun birlikte yemek yiyelim, bizde tam azıklarımızı çıkarıyorduk. Ben sizi kendi soframa davet ediyorum” diyerek ihtiyarları bulunduğu yere çağırmış.

Üç ihtiyar tebessüm ederek ulu bir çınarın altına oturmuş olan küçük oğlanın yere yaydığı serginin üzerine koyduğu yiyecekleri bakmışlar ve oraya oturuvermişler.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu