Sayı 26

Dipsiz Kuyu Ve Yeraltı Ülkesindeki Dev Masalı

Evvel zaman iken, deve tellal iken, saksağan berber iken… Ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken. İp koptu, beşik devrildi. Anam kaptı maşayı, babam kaptı meşeyi, döndürdüler dört köşeyi. Dar attım kendimi dışarı… Kaç kaçmaz mısın… Vardım bir pazara. Bir at aldım dorudur diye. Bineyim dedim, at bir tekme salladı bana geri dur diye… Padişahın topları ateşe başladı. Topladım gülleleri cebime koydum darıdır diye. Tozu dumana kattım, Edirne’ye yettim. Selimiye minarelerini belime soktum borudur diye. Yakaladılar beni tımarhaneye attılar delidir diye. Babamdan haber geldi, onun eski huyudur diye. Bereket inandılar, tutup beni saldılar. Neyse uzatmayalım, masala başlayalım…

Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde Kaf dağının uzak mı uzak bir köşesinde rengârenk ağaçlarıyla dillere destan olmuş, büyük ve şirin bir ülke varmış. Ülkeyi adaletli, halkın çok sevdiği, iyi niyetli, iyi yürekli bir padişah yönetiyormuş. Padişahın iki oğlu varmış. Padişah bir gün çok hastalanmış. Hastalığına hiçbir hekim çare bulamamış. Sonunda padişah oğullarını yanına çağırarak derdine çare bulmaları için dünyayı dolaşmalarını söylemiş. Padişahın büyük oğlu tembel olduğu için çalışmayı hiç sevmez, öylece sarayın bahçesinde gezer, ormanda av partileri düzenler ve keyfine göre yaşar gidermiş. Babasının bu isteği onun canını çok sıkmış. Şimdi atına binecek sonra yola çıkacak, uzun uzun yollar aşacak, yorulacak olduğunu düşünmüş, çok sıkılmış ama babasına bir şey diyememiş.
İki kardeş babalarının bu isteği üzerine hazırlığa başlamışlar ve birkaç gün sonra demir asa demir çarık yola düşmüşler. Büyük kardeş aynı zamanda küçük kardeşini çok kıskanırmış ve onunla birlikte hiçbir şey yapmak istemezmiş aslında. Çünkü padişahın küçük oğlu hem akıllı, hem çalışkan hem de sarayda herkes tarafından çok sevilen bir şehzade imiş. Uzun süre gittikten sonra padişahın büyük oğlu ben yoruldum deyip bir kuyunun yanında mola vermişler. Büyük kardeş küçüğünü hiç sevmediği için ondan kurtulmak istiyormuş. Hem ondar kurtulmak, hem de bu yolculuğu sona erdirmek için kafasının içinden türlü planlar geçirmeye başlamış. Hiçbir sebep yokken kavga çıkarmış ve kardeşini tuttuğu gibi başında oturdukları dipsiz kuyunun içine itivermiş. Sonra da atına atladığı gibi saraya geri dönerek ormandan geçerken kardeşini kurtların yediği yalanını söyleyerek yine tembel tembel sarayda yaşamaya başlamış.
Biz gelelim kuyunun dibindeki kardeşe. Meğer kuyunun suyu çekilmiş imiş. Yani sulu bir kuyu değil, kuru bir kuyu imiş. Uzun süre baygın yattıktan sonra kendine gelmiş. Bakmış başında aksakallı bir ihtiyar beklemekte. İhtiyar sormuş. “Evlat sen burada ne arıyorsun? Bu kuyu dipsiz kuyudur, buraya düşen bir daha yeryüzüne çıkamaz.” Demiş. Aslında ihtiyar o kuyunun bekçisi olan ve hazır dede diye bilinen bilge bir kişiymiş. Küçük Şehzade hemen kalkmış, üstünü başını düzeltmiş ve hazır dedenin elini öpmüş, sonra da başından geçenleri bir bir anlatmış.
Hazır Dede bu terbiyeli, edepli ve saygılı şehzadeyi çok sevmiş sonra da, “Evladım sen cesur, dürüst ve yiğit bir delikanlıya benziyorsun, seni buradan kurtaracağım inşallah” diyerek sakalından iki tel kopartarak kendisine vermiş. “Evladım, şimdi ben buradan gideceğim. Ben gittikten sonra sakallarımı birbirine sürtersen biri beyaz, biri siyah iki at ortaya çıkar. Beyaz ata binersen yeryüzüne çıkarsın, siyah ata binersen yedi kat yerin altına inersin. Aman dikkatli olasın” demiş ve ortadan kaybolmuş.
Küçük şehzade hazır dede gittikten sonra onun verdiği sakalları birbirine sürtünce hemen iki at gelmiş; söylediği gibi birisi beyaz, birisi siyah renkte imiş. Şehzade İhtiyarın söylediklerinin gerçek olmasından ve atların güzelliğinin şaşkınlığından beyaz ata binmek yerine yanlışlıkla siyah ata binince bir anda kuyunun içi kararmış ve ne olduğunu anlayamadan şimşek gibi bir hızla yedi kat yerin altına inivermiş.
Siyah at kendisini yerin altında kocaman bir şehrin meydanında bırakıvermiş. Ne yapacağını şaşırmış yeraltında böyle bir şehir olduğunu daha önce ne görmüş ne duymuşmuş. Merakla gezinmeye başlamış. Şehrin sokaklarında avare avare dolaşıyormuş. Akşama kadar gezmiş, yorulmuş, susamış. Bir çeşme aramış ama etrafta bir çeşme göremeyince gezindiği sokağın üzerindeki evlerin birinin kapısını çalmış. Niyeti bir tas su istemekmiş. Evin kapısından ihtiyar bir kadın çıkmış.”Ana çok susadım bana bir tas su verir misin” diye su isteyince ihtiyar kadın şehzadenin yüzüne bakmış ve üzüntü ile “Anlaşılan sen yabancısın evladım. Yeryüzünden geldin galiba. Benim misafirim olmanı çok isterdim hatta sana da kana kana içeceğin tertemiz sudan vermek isterdim maalesef hiç suyum kalmadı. Şehrin suyunu sağlayan ve hemen yukardaki dağın eteğinde bulunan ırmağın başını bir dev tutuyor. Şehre gelen suyu kesiyor. Her gün kendisine mükellef bir sofra götürüyoruz. O götürdüğümüz yemeği yerken suyun önünden kalkıyor, biz de bu sırada alabildiğimiz kadar su alıyoruz ve onunla idare etmeye çalışıyoruz. Suyumuz bitti. Bugün ikindiden sonra yer altı ülkesi padişahının kızı deve bir yemek götürecek. Dev karnını doyururken belki suyun başından kalkar biz de su alırız. O zaman veririm, içersin” deyince şehzade ihtiyar kadından duyduklarına çok üzülmüş ve “Ana, bu devin olduğu yeri bana bir göster hele” demiş.
İhtiyar kadın “tamam” demiş ve yola koyulmuşlar. Nihayet devin yattığı suyun başına gelmişler. Şehzade devin karşısına dikilmiş. Dev horultularla uyuyormuş. Şehzade seslenmiş, seslenmiş, bir türlü devi uyandıramamış. Sonra devin iri ve büyük gövdesine tırmanmış. Kılıcını çıkartıp devin burnunu kılıcıyla kaşımış.. Dev aksırarak uyanmış. Gözlerinin önünde, burnunun dibinde eli kılıçlı bir insanoğlu görünce çok korkmuş ve silkinmiş. Öyle bir silkinmiş ki sanki deprem olmuş. Bizim şehzade hemen devin boynunda asılı duran iri zincir tanelerinden birine tutunmuş ve düşmekten son anda kurtulmuş. Sonra devin burnuna kılıcıyla bir kere daha dokunmuş, bu defa burnu kaşınmaya başlamış devin. Şehzade “sen bu suyun önünü tutmuşsun ve insanlara su vermiyormuşsun. Sana adamakıllı bir ders vermek gerekiyor” demiş. Devin koca burnuna küçücük bir kılıcın vuruşu ile devin kaşınması artmış ve dev kaşınmaktan ne diyeceğini bilememiş. Bugüne kadar kendisine böyle karşı çıkan bir insanoğlu görmediği için çok korkmuş. Bu kadar cesur ve pervasız birisi burnunun ucuna kadar gelecek hem de burnuna kılıcıyla dokunacak onun burnunu kaşındıracak buna asla ihtimal vermediği için bu insanoğlunun çok güçlü olduğunu sanmış ve korkusu daha da artmış ve bir türlü dinmemiş.
Sonra yalvarmaya başlamış. “Aman beyim, etme eyleme. Beni evden attılar bende gezerken buradaki korkak insanlarla karşılaştım. Karnımı doyurmak için böyle bir yola başvurdum. Sen yeter ki canımı bağışla, buralardan çekilir giderim” diye.
Şehzade bir daha böyle bir şey yapmayacağına dair söz almış devden ve bırakmış yakasını. Dev hemen kalkmış suyun önünden ve sözünü tutarak bir daha gelmemek üzere koşarak ayrılmış şehirden. Suyun önü açılınca tüm şehir suya doymuş.
Bu sırada yeraltı ülkesinin padişahının kızı devin yemek tepsisini hazırlamakla meşgulmluş. Hemen elçiler huzura girmişler ve padişaha olanı biteni anlatmışlar. Devin bir daha gelmemek üzere şehri terkettiği müjdesini vermişler. Padişah hem çok sevinmiş, hem çok şaşırmış. Hemen adamlarına emir vermiş. Bu cesur insanı huzuruma getirin, onu bizzat ben ödüllendireceğim demiş.
Şehzade padişahın adamları ile saraya kadar gelmiş. Padişahın huzuruna çıkmış. Padişah ve tüm saray halkı bu kahraman şehzadeyi ayakta sarayın önünde karşılamışlar. Büyük bir merasimle sarayda misafir etmişler. Padişahın emriyle şehirde şenlikler başlamış.
Bu sırada padişah bu cesur şehzadeye nereden geldiğini sorunca, şehzade başından geçenleri bir bir anlatmış ve yolculuğunun sebebinin babasının derdine derman bulmak için olduğunu sözlerine eklemiş. Yeraltı ülkesinin padişahı gülümseyerek “Ey delikanlı sen bize çok büyük bir iyilik yaptın. Bizim suyumuzun önünü kesen devden kurtardın. Sana borçlandık. Yaptığın iyiliğe karşılık bende sana bir hediye vermek istiyorum.” Demiş ve adamlarına emir vermiş. Hemen sarayımın bahçesindeki hayat ağacından üç tane nar koparıp getirin. Demiş.
Az sonra altın bir tabağın içinde üç tane olgun ve kıpkırmızı nar getirilmiş. Padişah. “Delikanlı bunları babana götür ve her birini bir gün yedir. Üç gün sonra Allahın izniyle şifasını bulur. Unutma Cenabı Allah hiçbir derdi şifasız vermemiştir. Yeterki sabırla ve inanarak sen o şifayı aramasını bil.”
Üç gün üç gece süren şenliklerden sonra genç şehzade narları çantasına yerleştirmiş, kuyunun girişindeki hızır dedenin verdiği sakal tellerini birbirine sürtünce yine beyaz ve siyah atlar ortaya çıkıvermiş. Bu kez çok dikkatli bir şekilde beyaz atın yularını tutmuş. Bu sırada kendisini uğurlamaya gelen padişah ve şehir halkı ile vedalaşmış. Beyaz atın sırtına biner binmez şimşek hızıyla, göz açıp kapayıncaya kadar yedi kat yerin altından yer yüzüne çıkıvermişler. Meğer bindiği uçan bir atmış. Babası ile birlikte yaşadığı sarayın önüne kadar getirmiş şehzadeyi. Şehzade atın boynunu okşamış, gözlerinden öpüp onu serbest bırakmış ve hemen babasının yanına gelmiş.
Babası yine hasta yatağında yatmakta imiş. Küçük oğlunun üzüntüsünden hastalığı biraz daha artmış ve artık hiç konuşamaz olmuş. Hemen saray mutfağındaki aşçılara, görevlilere emir vermiş, Narları onlara teslim edip hazırlamalarını söylemiş. Usta aşçılar narları güzelce yenilecek şekilde hazırlamışlar ve üç gün boyunca padişaha yedirmişler. Üçüncü günün sonunda padişah sağlığına kavuşmuş.
Küçük oğlunun getirdiği narlar sayesinde sağlığına kavuştuğunu öğrenmiş. Sonra da küçük şehzadeyi huzuruna çağırarak başından geçenleri bir bir dinlemiş. Tabi büyük oğlunun yaptıklarını da öğrenmiş. Bunun üzerine hemen huzuruna çağırıp onu uzak bir diyara sürgüne göndermiş.
Kendi yerine de padişah olarak küçük oğlunu oturtmuş. O günden sonra padrişahın küçük oğlu genç şehzade adil ve merhametli bir padişah olarak uzun yıllar halkıyla beraber mutlu bir şekilde yaşayıp gitmişler.
Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.

İlgili Makaleler

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu