
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde. Vardım gittim tarlaya, üç at aldım bir baklaya. Biri doru, biri sarı, biri ala. Bindim dorunun üstüne, sürdüm Kaf Dağının ardına. Vara vardım buracığa, dahi gönlüm nereciğe. Geldim gördüm bir yapı, yapının girişinde bir kapı, kapının üstünde çalmak için bir tunç gülle, güllenin altından sapı. Tak tak tak açarmısın kapıyı hele bir bak. Açmazsan açarım, açtıktan sonra kaçarım. Kel kel imiş kel imiş, adına derler memiş. Memiş bizim köyün çobanı, Aldı gitti kazanı. Kazanda var kelle kelle etler, etleri hep yedi kediler. Onlar etlerini yiye dursun. Biz gelelim masalımıza
Kaf dağının hemen kıyısında, çok da uzak olmayan bir yerinde, ormanların girişinde, yaylaların berisinde, küçük bir köyde fakir mi fakir bir aile yaşarmış. Ailenin erkeği bir çiftçiymiş. Ama ekecek, kendilerine ait tarlaları olmadığı için köydeki diğer zenginlerin tarlalarında çalışır, ailesini de yanlarında çalıştığı zengin ve tarlası, bağı bahçesi olan diğer çift çubuk sahiplerinin verdikleriyle kıt kanaat geçindirirmiş. Yiyecek bir lokma ekmek ya da bir kap yemek bulamadıkları için aç yattıkları da çok olurmuş.
Fakir çiftçi, sıcak mı sıcak bir yaz günü yine köydeki bir zenginin tarlasında sabahın erken saatlerinden itibaren çalışmaya başlamış, yorulmuş ve öğle vakti tarlanın kenarındaki ağacın altına oturup hem biraz dinlenmeyi, hem de evden çıkarken hanımının yanına verdiği kurumuş bir parça ekmekle, ondan daha kuru, taş gibi bir parça çökeleği testiden toprak çanağa doldurduğu suya banarak yemek üzere hazırlanmış. Hem de tepesinden vuran güneşin biraz çekilmesini beklemeyi düşünmüş.
Ağacın altına gelince bir de ne görsün? Dalların arasına yuva yapmış olan serçenin henüz birkaç günlük olan yavrusu yuvadan düşmüş, öylece yerde cik cik çığlık atıyor ve çırpınıyor. Annesi de yuvanın üstünde çırpınıyormuş. İnsanlardan ve diğer yırtıcı hayvanlardan korktuğu, ayrıca yuvadaki diğer yavruları yalnız bırakmak istemediği için ağaçtan aşağıya inipte minik gagasıyla yavrusunu tutup yuvasına bir türlü çıkaramıyormuş.
Çiftçi anne kuşun çırıpınşlarını, yerdeki yavru kuşun çığlıklarını duyup görünce dayanamamış, hemen incitmeden ve zarar vermeden yavruyu düştüğü yerden almış, zorlukla ağaca tırmanmış ve yuvasına dikkatli bir şekilde bırakmış. Tabii tüm bu olanları minik yavrunun annesi serçe kuşu da seyretmiş.
Çiftçi “Bir dahaki sefer daha dikkatli ol. Bak düşersen yaralanabilirsin… bu kadar talihli de olamayabilirsin” diye minik yavruya tembih etmiş. Anne serçe, çiftçinin bu iyiliği altında kalmak istemediği için hemen yuvanın kenarında tünediği daldan havalanmış, çiftçinin etrafında birkaç tur hızla dönmüş, kanat çırpmış ve yeniden yuvasına konmuş gagasıyla otların arasından minicik bir sofra çıkarmış ve çiftçinin kucağına atıvermiş.
Çiftçi kucağına düşen bu sofraya bakınca çok şaşırmış. Bu sırada serçe dile gelip çiftçiye “Ey insanoğlu! Sen benim yavruma bu iyiliği yaptın ya, ben bunun altında kalamam. Elindeki sofra ‘açıl sofram açıl’ deyince açılır, sen de karnını güzelce doyurursun. Var git, bundan sonra çocuklarınla karnınız tok, sırtınız pek yaşayın”
Tabii çiftçi buna çok sevinmiş. Teşekkür ederek yanından ayrılmış, hemen evine gelmiş ve hanımına başına gelenleri anlattıktan sonra cebindeki minik sofrayı çıkarmış. Sonra sofraya “açıl sofram açıl” demiş. O anda o küçücük sofra kocaman bir sofra oluvermiş, üzerinde ise envai çeşit yemekler, içecekler varmış. Ne çifti, ne karısı, ne çocukları o güne kadar öyle yemekleri görmemişler, hatta hiç hayalini bile kurmamışlar.
Ailece sofranın başına oturmuşlar, bir güzel karınlarını doyurmuşlar. Sonra çiftçi “kapan sofram kapan” demiş. Sofra yine eski, minicik haline gelmiş. Böylece yaşamaya başlamışlar. Karınları doyduğu için mutlu bir şekilde gülümseyerek her biri bir kenara çekilmiş ve yemeğin keyfini çıkarmaya başlamışlar. Tabi bundan sonra artık açlık çekmeyeceklerini düşünerek ayrıca keyifleniyorlarmış.
Çiftçinin hanımı çok cömert, eli açık bir kadınmış. Artık bereketli bir sofraya sahip oldukları için bu sofranın nimetleri ile evine misafir çağırmaya karar vermiş. Ancak bu kararından kocasına bahsetmemiş. Aradan birkaç gün geçmiş ve çiftçinin hanımı bu düşüncesini uygulamaya koymak istemiş. Komşularından birkaç tanesini sabah kahvaltasını birlikte yapmak için evine davet etmiş.
Tabi komşular bu fakir ve gerçekten geçinmekte, kendi karınlarını bile doyurmakta zorlanan ailenin kendilerini kahvaltıya çağırmasına çok şaşırmışlar. Ama yine de kırılmasınlar ayak üstü bir merhaba diyelim sonra bir şeyi bahane ederiz ayrılırız diye kendi aralarında konuşarak karar vermişler ve çiftçinin hanımının davetini kabul etmişler
Tabi çiftçinin hanımı misafirlerini nasıl ağırlayacağını biliyormuş. Onlar gelince biraz sohbet edip hoş beşten sonra hemen kocasının getirdiği sofrayı ortaya çıkarmış ve “Açıl sofram açıl” deyivermiş. İşte o anda herkesin büyük bir şaşkınlıkla, bazılarının ise korkuyla irileşen gözleri sofraya dikilivermiş. Az önce elinde oyuncak kadar küçücük bir sofra olan çiftçinin hanımı, açıl sofram açıl dedikten sonra ortaya çıkan bu muhteşem sofra tüm misafirlerin aklını başından alıvermiş.
Neler yokmuş ki sofranın üstünde. Envai çeşit yiyecekler, kahvaltılıklar, içecekler, meyveler, şerbetler, tatlılar ve daha neler neler. Gelen misafirler ve komşuları yemişler, içmişler ve tıka basa karınlarını doyurmuşlar. Bu arada hepsi de düşünüyormuş elbette. Ah keşke bizim de böyle bir soframız olsa diye.
Sonra çiftçinin hanımını tebrik etmişler, nasıl böyle bir sofraya sahip olabildiklerini sormuşlar. Çiftçinin hanımı da kocasından dinlediği her şeyi büyük bir saflık ve iyi niyetle komşuları ile paylaşmış. Gelen komşularının içinde kalbi kara, niyeti kötü, sürekli kötülük düşünen bir komşu kendi kendine o anda planlar yapmaya başlamasın mı? Ben bu sofrayı bunlara yar etmem. Bu benim olmalı diye kendi kendine düşünmeye başlamış. Hanımlar kendi aralarında sohbet etmeye daldıklarında Kapan sofram kapan dediği için küçülen sofrayı bu kötü kalpli komşu kimseye hissettirmeden alıvermiş ve şalvarının cebine saklamış.
Tabi ne çiftçinin hanımı, ne diğer misafirler hiçbir şey anlamamışlar ve hiçbir şeyden haberleri olmamış. Misafirler vakit dolunca evlerine gitmek üzere izin istemişler ve birer birer ayrılmışlar çiftçinin evinden. Çiftçinin hanımıda ortalığa toplamış ve kocasını beklemeye başlamış.
Bir süre sonra kocası evine gelmiş yorgun argın. “Hanım çok acıktım, soframızı getir de karnımızı doyuralım, çocukları da çağır onlarda gelsinler bakalım” demiş. Kadın sofrayı her zaman koyduğu yerden almak için uzandığında maalesef bulamamış. Büyük bir telaşla aramaya başlamış. Çiftçi hanım ne oluyor demeye kalmadan kadın başlamış dövünmeye ve ağlayıp çırpınmaya. Sonra da hem ağlamış hem anlatmış. Gündüz komşuları yemeğe çağırdığını, onların önünde sofrayı açtığını ve hepsinin sofranın bereketini gördüklerini, çok şaşırdıklarını, hatta nasıl böyle bir sofra elde edebiliriz diye sürekli sorduklarını anlatmış.
Çiftçi “Yahu hanım tamam da şimdi kime gidip soralım. Kimi suçlayalım. Ya onlardan birisi almadıysa, ya bilmediğimi birisi aldıysa ya da sofra kendiliğinden kaybolduysa ortadan” Tabi çiftçi böyle söyleyince hanımın da susmak zorunda kalmış. Sonra çiftçi “Dur bakalım Allah kerimdir, ben yarın gider serçe kuşuna sorarım, sofrayı o vermişti bana. Belki bulmanın bir yolunu söyler ya da başka bir şey söyler.
Ertesi günü sabah çiftçi erkenden evden çıkmış ve daha önce çalıştığı tarlanın yanında bulunan ağacın altına gelmiş. Bu ağaçta serçe kuşunun yuvası varmış elbette. Hemen seslenmiş. “Güzel serçe güzel serçe, sorma başıma gelenleri. Bizim hanım bir akılsızlık etmiş, iyi niyetinden yapmış. Komşuları yemeğe çağırmış, sonra da sofrayı açmış. Yemekten sonra da sofra ortadan kaybolup gitmiş. Ne edeceğim, nasıl edeceğim bilmiyorum.Gel bana bir akıl ver ne olur” demiş.
Serçe çiftçinin bu üzgün ve kırgın halini görünce üzülmüş ve hemen kanatlarını çırparak aşağıya inmiş, çiftçinin omuzuna konmuş ve başlamış şakımaya. “A akılsız çiftçi hiç insanlara bu sır gösterilir mi. Hırlısı var, hırsızı var, hayırlısı var hayırsızı var. Ben şimdi kimi suçlayayım, kime nediyeyim. En iyisi ben sana başka bir hediye daha vereyim. İnşaallah onu elinden kaçırmaz, kaybetmezsin.” Daha sonra “Şu ağaç kovuğunu görüyor musun, orada bir kümes kapısı var. İşte tavuk orda hadi onu al kucağına ve yanıma gel sana d iyeceklerim var. Çiftçi hemen serçenin gösterdiği ağaç kovuğunda bulunan kümesteki tavuğu almış kucağına ve seve seve serçenin yanına gelmiş.
Tavuk çok güzel, sapsarı bir tavukmuş. Şaşırmış çiftçi. “İyi de serçe kuşu, bu tavuktan hem bizim evde, hem bizim köyde çok var. Diğer tavuklardan ayrı gayri neyi varki?” diye safça sormuş.
Serçe kuşu başlamış hem cik cik ötmeye, hem de çiftçinin başının üstünde dönmeye. Sonra yine omuzuna konmuş ve başlamış anlatmaya. “Bak çiftçi dayı bu tavuk altın yumurtlayan tavuktur. Bunun bir eşi maçinde, bir eşi çinde, bir eşi hind diyarındadır. Başkaca bir yerde yoktur. Sen bu tavuğu eve götür, biraz su ver, biraz yem ver sonra “Yumurtla tavuğum yumurtla” sen böyle söyleyince bu tavuk altından bir tane yumurta bırakır. Ancak her gün bir tane yumurtlar. Sende bunu padişaha götürür satarsın böylece zengin olur, rahat edersin. Ama çok önemli bir husus varki bu tavuktan kimseye bahsetme yoksa elinden alırlar. Hele padişaha hiç bahsetme. Malum padişah çok cimri ve her şeyin kendisinin olmasını isteyen birisi. Hele böyle bir altın yumurtayı gördüğü zaman ve bunun birde tavuk tarafından yumurtlandığını öğrendiği zaman benden başka kimsede olmasın diye elinden tavuğu alıverir. Şayet padişah yumurtayı nerden aldığını sorarsa yerde buldum padişahım dersin.”
Çiftçi “sen hiç merak etme” demiş ve evinin yolunu tutmuş. Gerçekten de çocuklar, çiftçi tavuğun karnını en güzel darılarla, yemlerle doyurmuş, en tatlı suları içirmiş. Tavuğa gözü gibi bakmış. Sonra da karşısına geçmiş ve “yumurtla tavuğum yumurtla” dediği zaman tavuk başlamış gıdaklamaya. Gıd gıd gıd gıdaaak diye bağırarak hemen kuyruğunun altından kocaman bir altın yumurta bırakıvermiş. Çiftçi gözlerine inanamamış, yumurtayı almış çok sevinmiş. Sabahın olmasını heyecanla beklemiş ve altın yumurtayla birlikte padişahın huzuruna çıkmak üzere sarayın yolunu tutmuş. Hemen kapılardan geçmiş, nöbetçiler derdini anlatmış ve nihayet padişahın huzuruna çıkmış.
Elindeki sepetin içinde çok güzel bir altın yumurta olduğunu Padişaha göstermiş ve “Padişahım bunu size getirdim. Sadece sizin hazinenize ve size layıktır” diyerek saygıyla önünde el pençe divan durmuş. Yumurtanın ışıltısı ve güzelliği padişahı çok etkilemiş. Hemen sormuş nerden aldığını. Çiftçi önce söylemek istememiş. Padişahın sorusunu geçiştirmek için “Eee şey efendim kem küm… Mırın kırın… falan filan. Kuyruksuz yalan. Yolda buldum efendim” diye mırıldansa da Padişah çok akıllı olduğu için çiftçinin bir şeyler sakladığını hemen anlamış. Hiddetle oturduğu tahttan ayağa fırlamış ve “Çabuk bu yumurtayı nereden bulduğunu söyle. Yoksa seni celladıma verir parça pinçik ettiririm haberin olsun.” Demiş. Çiftçi bu tehditten çok korkmuş ve çaresizce hem yumurtayı, hem tavuğu anlatıvermiş.
Bunu öğrenen padişah ellerini ovuşturup, gözlerini kısarak hırslı ve sinsi bir şekilde “Vaaay benim ülkemde altın yumurtlayan bir tavuk var, bende değil bu çiftçinin elinde öylemi.” Diye hiddetle gürlemiş ve hemen adamlarına emirler vermiş. Çiftçinin evine göndermiş ve altın yumurtlayan tavuğu almalarını, alıp sarayına getirmelereni, sarayının en güzel odasına yerleştirmelerini, yemini suyunu en güzelinden vermelerini emretmiş. Çiftçiyi de huzurundan kovmuş. Para kazanmak ve altın yumurtaya karşılık zengin olacağı kadar altın, gümüş alacağı umuduyla geldiği padişahın huzurundan yaka paça bir kuruş alamadan dışarıya atılmış bizim çiftçi.
Hiç eve gitmemiş. Üzüntüsünden ne yapacağını bilememiş çiftçi. Doğruca aynı tarlanın kenarına, aynı ağacın altına gidip oturmuş ve üzgün bir şekilde kafasına kafasına vurarak “Aptal çiftçi, ahmak çiftçi serçe kuşunu dinlemdin bak ne oldu” diye kendine söyleniyormuş. Tabi ağacın üstündeki yuvasında yavrularını büyütmekle meşgul olan Serçe kuşu çiftçinin geldiğini taaa uaktan görmüş ve kendi kendine cik cikleyerek gülmüş. “Kesin tavuğu da padişaha kaptırdı bu akılsız çiftçi, gelsin bakalım ne diyecek” demiş
Ağacın altında uzun zaman oturan çiftçi nihayet dayanamamış ve Serçeye seslenmiş. “Serçe kardeş… serçe kardeş orda olduğunu biliyorum, bilmesine biliyorumda sana seslenmeye, yaptığımı söylemeye de utanıyorum, çekiniyorum. Bana bir akıl daha ver diyeceğim ama verir misin vermez misin onu da bilmiyorum.” Diye dertlenmiş.
Serçe çiftçinin çok üzgün olduğunu görüyormuş tabi. Hemen yuvasından aşağıya uçup çiftçinin önüne konmuş ve başlamış konuşmaya. “Bak çiftçi kardeş, akılsız başın cezasını ayaklar çeker. Sana ben iki tane hediye verdim ama sen kıymetini bilemedin, tedbirini almadın. Aç gözlülük ettin diyeceğim ama sen aç gözlü bir adam değilsin. Ama akılsızsın. Nerede ne söyleyeceğini, nasıl davranacağını bilmiyorsun. Padişaha götürdüğün altın yumurta için iyi bir bahane düşünüp padişaha söyleyebilir ve onu ikna ederek tavuğu elinden kaptırmayabilirdin. Karın misafirlerini eve davet ettiği zaman onlar gelmeden önce sofrayı açabilir, onların önünde açmazdı. Sonra onlar gittikten sonra kapatabilirdi. Böylece sofranın ne olduğunu hiç kimse görmemiş olurdu. Ama siz bu tedbirsizliği yaptığınız için de elinizdeki bu güzel nimetleri kaybettiniz. Şimdi sana bir sopa vereceğim. Bu sopa da çok farklı bir sopa. Sen bunu alacaksın hanımınla birlikte o gün size yemeğe gelenlerin evlerini tek tek zeyaret edeceksin. Komşu biz soframızı kaybettik acaba gördünüz mü diye soracaksın. Sonra da sopayı salacaksın o kendiliğinden havada durur. Komşun eğer doğru söylerse sopa hiç hareket etmez. Ama görmedim, bilmiyorum, almadım, sofranızın bekcisimiyim gibi abuk sabuk şeyler söyleyip yalan atarsa o vakit sopa hareketlenmeye başlar. Sen sopanın hareketlendiğini görünce vur sopam vur diyeceksin. Böylece sopa yalan söylenin bacaklarına bacaklarına çalışmaya başlayacak. Pata da küte de canı yanan sana yalvarmaya başlayacak. O vakit sen hemen dur sopam dur diyeceksin. Sopa eski haline döner. Sakın bu sopayı da kaptırma, kaybetme. Şayet sopayı kaptırır kaybedersen ne altın yumurtlayan tavuğu alabilirsin, ne de bereket sofrasını anladın mı?” diye sıkı sıkı ve detaylıca ne yapacağını anlatmış.
Bizim garip çiftçi hemen sopayı eline almış. Öylesine basit bir sopa. İçinden bir ses “Allah Allah bu sopa bildiğimiz çoban değneği. Nesi farklı ki bir türlü anlayamadım” demiş. Sonra da serçe kuşunun söylediğini denemek için “Vur sopam vur” diye mırıldanmış. Sopa hemen hareketlenmiş ve başlamış keloğlanın bacaklarına, beline, bıkınına, kafasına koluna inip kalkmaya. Canı çok yanan çiftçi feryad figan ağlayarak “Dur sopam dur” demiş. O anda sopa duruvermiş. Tebi bu olanları seyreden serçe kuşu konduğu yuvasının hemen yanındaki ağaç dalından hem şakıyor hem de çiftçiye laf atıyormuş. “Gördüm gördüm ama senin kadar saf, senin kadar ahmak, senin kadar aptal birini görmedim yahu” diye
Çok şaşırmış. Aynı zamanda çok da sevinmiş. Çünkü böylece sofrasına da, tavuğuna da kavuşabilecek, eski günlerine dönmekten kurtulacakmış.
Hemen evine gelmiş ve hanımını çağırmış. Durumu olduğu gibi anlatmış, ancak hanımı da sopanın nasıl kendi kendine vurduğunu bir türlü anlayamamış ve inanmamış. Çiftçi “dur göstereyim” demiş. Sonra sopaya dönüp ‘vur sopam vur’ demiş. Sopa kendiliğinden havada hareket etmeye başlamış, çiftçinin hanımına doğru hızla gitmiş ve tam vurmaya başlayacakken çiftçi gülerek “dur sopam dur” demiş. Tabi Çiftçinin hanımı çok korkmuş ve irileşmiş gözlerle ne acaib demiş. İnandım. Şimdi ne yapacağız diye sorunca çiftçi başlamış anlatmaya.
“Şimdi önce senin kahvaltıya çağırdığın komşuları tek tek dolaşacağız ve onlara soframızı kaybettik acaba siz gördünüz mü, hiç farkettiniz mi diye soracağız. Şayet doğru söylüyorsa o zaman sopa olduğu yerde elimizde durur ama şayet sofrayla ilgili yalan söylüyorsa o zaman sopa hareketlenir ve vurmaya hazırlanır. Bende o sırada vuvr sopam vur dediğimde bacaklarına bacaklarına çalışmaya başlar. Böylece sofrayı alanı da tespit etmiş oluruz, soframızı da geri almış oluruz.” Diyerek yapacaklarını anlatmış.”
Hemen ilk komşularının kapısını çalmışlar. Durumu olduğu gibi anlatmış çiftçinin hanımı, soframızı kaybettik, acaba siz gördünüz mü diyerek. Kadın çok üzülmüş. İnanın görmedim yahu diyerek sofradan haberdar olduğunu ama kaybından haberdar olmadığını söylemiş. Hemen sopaya bakmışlar sopada en küçük bir hareket olmayınca doğru söylediği anlaşılmış ve rahatsızlak verdikleri için özür dileyerek oradan ayrılmışlar.
İkinci komşunun kapısını çalmışlar. Meğer sofrayı alanda bu komşu imiş. Kocası ile birlikte sofranın nimetlerinden istifa ediyorlarmış o günden beri ve kimseye söylememeye de karar vermişler. Kapıyı kadının kocası açmış. Karşısında sofranın ilk sahibi olan komşularını görünce hemen anlamış ne diye geldiklerini ve öfkeli bir ses, çatık bir kaşla cevap vermiş. “Ne var arkadaş, niye gelip duruyorsunuz yahu. Ne rahatsız ediyorsunuz Allah Allah” diye. Çiftçi şaşırmış, komşum demiş ilk defa kapına geliyoruz . böyle söylediğine göre sende bir sıkıntı var sanırım. Şey fazla rahatsızlık vermeyelim. Biz soframızı kaybettik. Bereket sofrası idi acaba gördünüz mü diye soracaktım.” Demiş. Adam daha beter öfkelenmiş ve ne bileyim sofranızın bekcisimiyim ben diye bağırmaya başlamış. Bu sırada adamın karısı, yani sofrayı alan kadında kapının arkasından olanları dinliyormuş. Tam da bu sırada sopa hareketlenivermiş, Çiftçinin elinden kurtulmuş ve havada asılı bir vaziyette çiftçinin emrini bekliyormuş. Çiftçi sopanın hareketlendiğini görünce adamın yalan söylediğini anlayıvermiş ve vur sopam vur deyivermiş. Sopa büyük bir hızla adamın bacaklarına bacaklarına çalışmaya başlamış. Adamın canı yanıyor, sopa vurdukça olduğu yerde zıplıyor ve “Oy anam. Öldüm anam, bittim anam, bu nedir yahu, kim vuruyor bana yeter yahu yeter” diye feryad figan bağırıyormuş. Kapının arkasından kocasının çektiği sıkıntıyı ve acıyı duyan kadın dayanamamış hemen kapının önüne çıkmış ve tamam tama durdurun şunu, ben aldım sofranızı adamın bi suçu yok diyerek hemen sofrayı getirip çiftçinin karısına vermiş. Bu sırada çiftçi vurmaya devam eden sopaya doğru seslenmiş. Dur sopam dur diye. Sopa duruvermiş.
Çiftçi hanımı ile evine gelmiş ve neşe içinde sofrasını kurup bir güzel karınlarını doyurmuşlar. Sonra çiftçi ben bir de padişahı ziyaret edeyim diyerek yola çıkmış. Saraya gelmiş. Elinde sopasıyla bir çiftçinin padişahı görmeye geldiği hemen sarayın içine kadar ulaştırılmış. Padişah merak etmiş ve huzuruna almış. Bakmış ki birkaç zaman evvel elinden altın yumurtlayan tavuğunu aldıı çiftçi başlamış gülmeye. “Ne o çiftçi yumurtamı almaya geldin” diye de alay etmiş kendince. Çiftçi tebessim etmiş ve “Hayır padişahım tavuğumu almaya geldim” demiş. Padişah hiddetlenmiş, hööt bre ne diyorsun sen o tavuk artık benim, kimseye de vermem. Diye gürlemiş. Çiftç sakin bir şekilde “Padişahım ya verirsin ya görürsün” diyerek yavaşça sopayı padişaha doğru uzatmış. Vur sopam vur demiş. Sopa hemen padişahın ayaklarına, sırtına inip inip kalkmaya başlamış. Etraftaki muhafızlar müdahele etmeye kalkışmışlar ama sopayı durduramıyorlarmış. Hemen başvezir çiftçiye bağırmış. Durdur şunu yoksa seni çok kötü yaparız. Çiftçi de padişahımız haksız yere aldığı tavuğumu vereceğine söz versin durdurayım demiş.
Canı çok yanan padişah “Tamam tamam verin şunun tavuğunu bir daha da görmek istemiyorum ne kendisini ne tavuğunu” deyince çiftçi hemen “Dur sopam dur” demiş. Sonra da padişaha, “Padişahım sen adil ve merhametli bir insan olup idaren altındaki herkesin malını, canını, varlığını koruman gerekirken benim tavuğuma göz diktin oysa benim niyetim altın yumurtayı sana hediye etmekti. Karşılığında da gönlünden ne koparsa vereceğin ikramı alıp eyvallah diyerek çekilip gitmekti. Ama sen hırsına yenik düştün ve bu hale geldik.” Diyerek tavuğunu kucaklamış ve huzurdan ayrılmış. Padişah yaptığına bin pişman olmuş elbette.
Çiftçi tavukla birlikte evine gelince hanımı çok sevinmiş. O günden sonra mutlu bir şekilde yaşayıp gitmişler. Çiftçi kimin ihtiyacı varsa altın yumurtlayan tavuğun yumurtalarından birini ya da birinin yarısını satıyor, aldığı parayı da olduğu gibi ihtiyaç sahiplerine harcıyormuş.
Böylece mutlu bir şekilde yaşayıp gitmişler ve bu masalda burada bitmiş. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kereviteni.