
Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber, sansarlar tellak iken eski hamam içinde. Ben anamın eşşiğini tıngır mıngır sallar iken. Anam eşşikte, babam beşşikte ağlar iken. Birden beşiğin ipi koptu sallandı, ortalık bulandı. Babam beşikten düşünce anam de eşikten yuvarlandı. Anam kaptı maşayı, babam kaptı piştovu düştüler peşime. Kaç kaçabilirsen, tut tutabilirsen. Kaçtım kaçtım darı saçtım. Attım tuttum yuvarlandım. Yürüdüm, koştum, dere tepe düz geçtim. Altı ay bir güz geçtim. Birde dönüp ardıma baktım ki bir arpa boyu yol gitmişim. Vara vara vardım buracığa, dahi gönlüm nereciğe, geldim girdim Edirneye. Baktım bir ulu cami. Minareleri sivri, kubbesi külahi. Tosun paşa külhani. Gelmiş Edirnenin kapısına. Diyorki verin anahtarları bana. Canım sıkıldı behey tosun paşa dedim bakasın bana. Ben bu minareleri belime sokarım borudur diye, senin gönderdiğin top güllelerini cebime doldururum darıdır diye. Haydi bakalım ben anlatayım siz dinleyin bir masal varki Padişahın Zannı Oğullarıdır diye…
Sevgili dinleyenler, vakti zamanında eski zamanlarda bir padişah varmış. Adil ve çok cömert olduğu için bu padişahı tüm halkı çok severmiş. Yıllarca çevresindeki ülkelerle savaşmış, hepsini hükümranlığı altına almış, huzur içinde yaşayıp gidiyorlarmış.
Ancak zaman durmuyor. Geçiyor. Bu padişah içinde zaman durmamış ve geçmiş, akmış, gitmiş. Gün gelmiş artık padişah yaşlanmış ve devlet işlerini devredecek bir varis aramaya başlamış. Üç oğlundan birini tahta oturtmayı düşünmüş ancak hangisini oturtacağına bir türlü karar verememiş. Çünkü üç oğlunun üçü de birbirinden akıllı, birbirinden zeki, birbirinden cevval imiş. Ok atmada, at binmede, kılıç kullanmada, siyasette, bilimde, ilimde, görgüde, nezakette üçü de birbiri ile yarışır çok akıllı çocuklarmış.
Padişah bir türlü karar verememiş. Hangi oğlunu yerine varis bırakacağına. Nihayet akıllı vezirini çağırmış yanına ve demişki “A benim akıllı vezirim söyle bakalım, bu oğlanlanlardan hangisini tahta oturtalım. Hangisini yerimize varis bırakalım. Üçü de birbirinden akıllı, üçü de birbirinden zeki.” Akıllı vezirde ne diyeceğini şaşırmış ancak adı üstünde akıllı vezir ve bir akıl vermesi gerekiyor. Demiş ki, “Padişahım bu çocuklarını imtihan edelim. En akıllı hangisi çıkarsa onu tahta oturtalım.” Padişah bu fikri beğenmiş ve sormuş, “Nasıl bir imtihan olacak bu? “ Vezir, “Sultanım çocuklarınızı az bir altınla ve az bir yiyecekle ülkenin sınırları dışına bırakalım bakalım ne yapacaklar nasıl yapacaklarda hayatta kalıp akılları ile başlarına gelen musibetleri çözecekler ona göre karar verelim.”
Bu fikir padişahın çok hoşuna gitmiş ve çocuklarını yanına çağırmış. Olduğu gibi vezirin fikrini söylemiş. Çocuklar zaten dünden hazırlarmış maceraya. Peki babacım demişler ve hazırlıklar yapılmış. Padişahın üç oğlu az bir para ve az bir yiyecekle ülke sınırları dışına bırakılmışlar.
Üç kardeş birbirlerine destek olmak amacıyla yollara düşmüşler. Az gitmişler uz gitmişler altı ay bir güz gitmişler birde dönüp arkalarına bakınca bir arpa boyu yol gittiklerini görmek istemişler ama görememişler. Hakikaten altı ay bir güz gidince çok uzun bir yol gitmiş olunuyormuş o zamanda.
Nihayet bir yol ayrımına gelmişler. Bu üç kardeşin en önemli özelliklerinden ve becerilerinden biri de işaretleri ve izleri okumalarıymış. Yol ayrımına geldiklerinde büyük kardeş şöyle bir yola bakmış sakalını sıvazlamış ve demişki, “Buradan bir deve geçmiş. Sol gözü körmüş” Ortanca kardeş yerdeki izlere dikkatli bir şekilde baktıktan sonra hemen atılmış, “Sol arka ayağı azıcık kısaymış” bunu duyan küçük kardeş dururmu. Hemen yol kenarındaki bir kısmı yenmiş çimenlere, otlara bakarak, “Sol gözü de körmüş” demiş. Büyük kardeş, küçük kardeşin baktığı çimenlerin karşısındaki yol kenarına bakınca gülümsemiş ve “bu devenin sağ azı dişi yokmuş” demiş.
Ortanda kardeş ağabeyisinin bunu söylemesinden sonra bulundukları yol ayrımının biraz ilerisinde yolun sağına ve soluna bakıp demişki, “Bu devenin bir tarafında yağ, bir tarafında bal küpleri varmış ve bunlarda sızıntı yapıyormuş.” Küçük kardeş yolun ortasında bulunan ve devenin geçerken bıraktığı tersine bakarak temişki “bu devenin kuyruğuda kopukmuş”
Kardeşler tam böyle konuşurlarken karşıdan bir adam koştura koştura kendilerine doğru gelmeye başlamış. Kan ter içinde yanlarına geldiği zaman hemen sormuş adam nefes nefese, “Yahu çocuklar ben devemi kaybettim buradan geçti mi gördünüz mü?”
Kardeşler bu soru üstüne birbirlerine bakmışlar ve sırayla sormaya başlamışlar.
Devenizin sol gözü körmüydü.
Adam cevap vermiş,
Evet,
Sol arka ayağı azıcık kısamıydı
Evet
Sol azı dişi yokmuydu
Evet
Kuyruğu kopukmuydu
Evet
Sol tarafında yağ, Sağ tarafında balmı yüklüydü
Evet
Diye cevap vermiş ancak şaşkınlıktan da ağzı bir karış açık kalmış. Yahu demiş siz bunları nereden biliyorsunuz. Büyük kardeş “Biz biliriz” demiş.
Adam şüphelenmiş ve tekrar sormuş. “Çocuklar siz benim devemi gördünüz mü, görmediniz mi?” Küçük kardeş cevap vermiş. “Görmedik”
Adam inanırmı. Devesinin bütün özelliklerini saymışlar. Olmaz demiş inanmam. Siz benim devemi çaldınız ve kaybettiniz. Hırsızlar. Devemi siz çaldınız.”
Çocuklar ne kadar itiraz etselerde adam dinlememiş. Yürüyün kadıya gidiyoruz. Orada hesap verirsiniz. Mahkemeye çıkaracağım ben sizi diye yaka paça bunları içinde bulundukları ülkenin en yakın şehrindeki kadı efendinin huzuruna götürmüş.
Kadı efendi önce devenin sahibini dinlemiş, sonra delikanlıları dinlemiş ve hayretler içinde sormuş. Peki demiş madem deveyi siz almadınız tüm bunları nasıl biliyorsunuz, nerden biliyorsunuz.” Bu soruya büyük kardeş cevap vermiş.
“Muhterem kadı efendi. Biz işaret dilini okumayı iyi biliriz. Devenin sol gözü körmüş, Çünkü sol tarafındaki otlara hiç dokunmamış, hep sağ taraftaki otları yemiş, sol azı dişi yokmuş, çünkü otları koparırken sol azı dişine denk gelen yerdeki otları koparamamış öylece duruyordu. Sol arka ayağı hafif kısaymış çünkü toprağa bıraktığı ayak izleri derin, ancak sol arka ayağının izi daha hafif ve silik, kuyruğu kopuk çünkü yürürken bıraktığı tersinde kuyruk izi yoktu. Ayrıca yolun sol tarafında karıncalar, sağ tarafında sinekler yoğun bir şekilde uçuşuyorlardı bu da gösterirki devenin sol tarafında yağ küpü, sağ tarafında bal küpü asılı imiş.”
Kadı efendi devenin sahibine dönüp doğrumu bütün bunlar diye sorunca devenin sahibi evet kadı efendi doğrudur demiş. Kadı devenin sahibini kovmuş huzurdan ve çık git seni mendebur iftiracı herif. Utanmıyormusun böyle pırıl pırıl asil gençlere iftira etmeye diyerek bir sürü de kızmış, mahkemeden kovmuş.
Ancak gençlerin bu maharetlerine de hayran kalmış. Hemen onları misafir etmek istediğini söylemiş ve bağlı bulunduğu padişahına alel acele bir mektup yazmış ve demişki,
“Padişahım üç genç buldum. Üçü de birbirinden cevval, asil, terbiyeli, nazik ve gerçekten çok akıllılar. Hani diyordunuz ya üç kızımı da üç kardeş olan asil ve cevval gençlere vermek istiyorum diye. İşte tam aradığınız damat adayları. Bir görmeniz için size, sarayınıza gönderiyorum.” Diyerek ertesi sabah yanlarına verdiği askerlerle bir günlük yoldaki padişahın sarayına göndermiş bu gençleri.
Gençler padişahın huzuruna gelmişler ve kemali edeble padişahın huzurunda vereceği emirleri beklemeye başlamışlar. Padişah gençlerin bu terbiyeli hallerinden çok hoşlanmış ve gülümseyerek kendilerini misafir etmek istediğini söylemiş.
Sonra kendilerine tahsis edilen odalara çekilmelerini ve beklemelerini isetmiş. Yemeği birlikte yemek istediğini de söylemiş. Sonra adamlarını çağırarak demişki mükellef bir sofra hazırlayın. En güzel etlerden, en güzel ekmeklerden ve en güzel üzüm sularından önlerine koyun. Sofrayı hazırlayın ve davet edin. Ben kapının arkasında ne yapacaklarını seyredeceğim. Madem bunlar işaret dilini okuyabiliyorlarmış, izlerden anlıyorlarmış bakalım bizim için ne diyecekler.
Beni sorarlarsa da deyinki padişahımızın acil bir işi çıktı siz yemeğe başlayacakmışsınız. O size yetişecek. Siz yeyin efendim diyeceksiniz hizmette kusur etmeyeceksiniz anlaşıldımı.” Padişahın adamları “Emredersiniz efendim” diyerek hazırlıklara başlamışlar.
Akşama doğru istirahat ettikleri odalardan alınan ve yemek salonuna getirilen çocuklar hazırlanan sofranın başına oturmuşlar ve başlamışlar padişahı beklemeye. Bu sırada baş mabeynci yani padişahın en önemli görevlilerinden biri gelerek demişki, “Efendim padişahımızın önemli bir işi çıktı. Siz onu yemeğe beklemeyecekmişsiniz. Lütfen buyrun o size yetişecekmiş. Böyle emrettiler” gençler e peki madem öyle bizde yemeğimizi yiyelim diyerek besmele çekmişler ve yemeğe başlamışlar.
Az sonra büyük kardeş ucundan koparık ağzına attığı ekmek için yüzünü buruşturarak “bu nasıl ekmek ölü kokuyor yahu” demiş. Tam bu sırada etten bir lokma alan ortanca kardeş “Ağabey bu ette köpek eti gibi kokuyor” demiş. Ağabeyleri bunları söylerken susadığı için üzüm şırasından bir yudum alan en küçük kardeş yüzünü buruşturup “aman Allahım bu üzüm şırası da kan kokuyor” demezmi. En büyük kardeş tekrar sözü alır ve “galiba padişahda çok görgüsüz birisi” deyiverir.
Tüm bunları kapının arkasından dinleyen padişah çok üzülür. Hemen başka bir salona geçerek Sarayın et işlerinden sorumlu kasabını ve sürünün çobanını, ekmek işlerinden sorumlu fırıncıbaşını ve saraya şerbet tedarik eden, şerbetlik üzümleri alan ve onların yapımlarına nezaret eden şerbetçibaşını huzuruna çağırmış.
Önce kasaba sormuş. “Söyle bakalım bu etler niye köpek eti gibi kokuyor. Sana demedimmi en semiz ve en güzel koyunu kes” diye. Kasab önce itiraz edecek olmuş ancak daha sonra itiraf etmiş. “Efendimiz evet en semiz ve en besili kuzuyu kestim. Ancak bu hayvancağız doğduktan hemen sonra annesi öldü. Sürünün çoban köpeği bu kuzuyu sahiplendi ve emzirdi. Onun sütüyle büyüdü galiba bundandır.”
Padişah hemen fırıncıbaşına dönmüş. “Söyle bakalım bu ekmekler ne diye ölü kokuyor.” Fırıncıbaşı itiraz edecek olmuş. “Aman efendim en verimli en beyaz ve en güzel buğdayların unlarından yapıldı o ekmekler.” Padişah “doğruyu söyle adam, yoksa kellen gidecek” deyince fırıncıbaşı korkusundan itiraf etmiş. “Efendimiz en güzel buğdaylar daha önce mezarlık olan ancak artık cenaze gömülmeyen yeri tarla yaptığımız araziden alıyoruz. Orada yetişen buğday başakları daha beyaz ve daha iri oluyorlar. Onların unlarından yaptığımız ekmek olduğu için böyle olabilir.” Deyince Padişah küplere binmiş.
Hemen şerbetçibaşına dönmüş ve “Söyle bakalım bu şıralar ne diye kan kokuyor?” şerbetçibaşı korkusundan kem küm etmiş ama daha fazla dayanamamış ve demişki, “Efendim üzüm bağının yanında mezbaha var. Zaman zaman orada kesilen hayvanların kanları sarayın üzüm bağının sulama kanalına karışıyor belki ondan olabilir.”
Padişah tüm bunları duyunca kendisi ile ilgili söylenenleri hatırlamış. Gençler padişah içinde çok görgüsüz demişlerdi. Hemen koştura koştura gençlerin yanına gelmiş.
Olanları bir bir anlatmış ve çok merak ettiğini ve kendisini görgüsüz olduğunu nereden çıkardıklarını soruvermiş.
Büyük ağabey demişki, “Padişahım terbiyeli ve edebli insan misafirlerini sofraya oturtup kendisi kapı arkasından onlar ne yapıyorlar diye seyretmez. Onlarla birlikte gelir sofraya oturur. Hem de yalan söylemez, söyletmez. Çünkü bilir ki yalanla iman aynı kalpte barınmazlar.”
Padişah gençlerin bu söylediklerinden çok utanmış ve mahcup olmuş ama gençleri de çok sevmiş. Hemen demiş ki, “Ey delikanlılar asaletinizden ve görgünüzden sıradan insanlar olmadığınız belli. Söyleyin bakalım siz kimin nesisiniz._?”
Yine büyük ağabey cevap vermiş. “Padişahım biz komşu ülkenin padişahının oğullarıyız. Babamız bizi sınava tabi tutmak için yola çıkardı. Hangimizi yerine oturtacak ona karar veremedi. Bizde onun için buraya kadar geldik.”
Padişah gülmüş ve ben biliyorum demiş. Sonra da hemen komşu ülkenin padişahına bir mektup yazmış.
Oğullarının çok akıllı olduğunu ve hepsinin de padişahlığa aday olabileceğini söylemiş. Ancak eğer kabul ederse kendisininde aynı şekilde akıllı, becerikli ve marifetli üç kızının olduğunu, oğullarıyla evlendirmek istediğini söylemiş ve eklemiş, “Büyük oğlunuz tahta oturur, ortanca oğlunuz da benim tahtıma oturur, küçük oğlunuz da her ikisine birden danışmanlık yapar ne dersiniz”
Hemen bir çok hediye ile habercisini, komşu ülke padişahının oğulları ile birlikte elçi olarak göndermiş. Şehzadelerin babası gelen bu teklifi memnuniyetle kabul etmiş. Komşusu olan padişahın kızları ile oğullarını evlendirmiş. Kırk gün kırk gece düğünler kurulmuş, yemekler yenilmiş. Onlar ermiş muratlarına, biz çıkalım kerevetine..b.
Gökten üç elma düşmüş. Biri bu masalı yazanın başına, biri dinleyenlerin başına, biri de masalcıyı sevenlerin başına…