
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde Develer tellal iken pireler berber iken. Ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken.
Vakti zamanında köyün birinde bir ihtiyar kadıncağız yaşarmış. Kocası ölen bu kadın çok geç yaşta sahibi olduğu ve Tezgeldi ismini koydukları oğlu ile yaşar gidermiş. İhtiyar kadın bir gün oğlunu karşısına almış ve “Oğlum, artık ben artık yaşlandım. Evin geçimini sağlamak sana düşüyor. Elimden bir iş gelmiyor artık. Hiç olmazsa sen git kendini kurtar. Bir iş bul. Beni de burada bırak. Vaktim saatim dolduğunda nasıl olsa ben de babanın yanına giderim” demiş. Tezgeldi “Aman anam, o nasıl söz. Seni nasıl bırakırım? Hem sen yaşayacaksın. Gör bak, ben seni saraylarda yaşatacağım” demiş. Anası buna gülmüş. “Ah be oğlum boş hayallerle avunacak yaşı çoktan geçtim. Sen kendini kurtar beni düşünme” diyerek konuşmaya son vermiş.
Tezgeldi sabaha kadar düşünmüş, taşınmış ne yapacağına karar vermiş. Ertesi sabah erken kalkan Tezgeldi anasını karşısına almış ve “Anam anam canım anam, canımdan aziz anam. Seni nasıl bırakırım diye söylemiştim ama bende düşündüm, taşındım böyle boş boş oturmaktansa demir asa, demir çarık yollara düşüp nasibimi kısmetimi yollarda arayayım. Mevla kerimdir. Seni önce Allaha sonra da komşularımıza emanet edeceğim. Tez zamanda da inşallah sana müjdeli güzel haberlerle geleceğim. Şayet senin de iznin olursa” diyerek niyetini anasına söylemiş. Anası tebessüm etmiş ve “A benim akıllı oğlum, ben komşularımla yaşarım. Ölünce de bir metre bezle beni toprağa bırakırlar, sana hakkım helal olsun. Var git nasibinin peşine. Bakalım Mevla ne gösterir. Sen beni incitmedin. Allah da senin yolunu izini açık etsin. Bahtın talihin açık olsun.” Diye dua etmiş.
Tezgeldi anasının iyi anlaştığı birkaç komşuyu eve çağırmış, onlara da niyetini söylemiş. Onlarda gözün arkada kalmasın evlat sağ git selametle gel demişler. Tezgldi anasını böylece selamete aldıktan sonra demir asa demir çarık yola çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, altı ay bir güz gitmiş. Nihayet bir ormanın içinden geçtikten sonra bakmış ki, karşısında kocaman bir kapı duruyor. Üstelik kapı ardına kadar açık. Hemen içeri girmiş. O da ne? Kocaman bir kazan ateşin üzerinde kaynayıp duruyor.
Karnı çok aç olmasına zaten izinsiz girdiği başkasının evi olduğu için ne kazanlara, ne de gördüğü içi ekmek dolu olan dolaba yaklaşmamış bile. Ancak merakını yenemeyip evi gezmeye başlamış. Zaten minare yüksekliğinde tavanıyla ev tek bir odaymış. Burada yaşayanların normal insan olmadıklarını anlamış. Az sonra yorulmuş ve uykusu gelmiş. Tehlikeli bir durumla karşılaşmamak için ne yapacağını düşünürken gözüne ekmek dolabı ilişmiş. Hemen dolabın kapağını zar zor açmış ve en alttaki rafın dip tarafına bayatlamış ekmeklerin arkasına saklanıp biraz uyumak ve dinlenmek için girmiş. Tam uyuyacağı sırada homur sesler duymuş. Bakmış evin sahipleri geliyor. Dolabın kapağındaki bir delikten evin içini seyretmeye başlamış.
Meğer bu ev üç dev kardeşin eviymiş. Devler gelmişler, ateşin üzerinde kaynayan kazanı indirmişler, bir güzel karınlarını doyurmuşlar. Sonra da her biri bir kenara çekilmiş ve sohbet etmeye başlamışlar.
Büyük dev demiş ki “ben bugün çok garip bir şey öğrendim. Bizim evin arkasındaki büyük çınar ağacının altında bir fare yaşıyormuş. Eğer bir insanoğlu o fareyi ceketiyle yakalayıp bir kafese koyar, kafesi de ağacın dalına asarsa ağacın içinden altınlar etrafa dökülecekmiş. Ama dev olduğumuz için biz yapamazmışız bunu.”
Ortanca dev hemen söze girmiş, “ben de demiş bugün çok garip bir şey öğrendim. Uzaktan uzağa gördüğümüz ala dağın eteğindeki değirmenci varya, işte o değirmencinin un öğütmek için kullandığı iki taş var ya o taşların içi altınla doluymuş. Bu taşı sadece değirmencinin kendisi kırarsa altınlar ortaya dökülürmüş, başkası kararsa altınlar yok olurmuş. Ne yazık ki biz dev olduğumuz için ne oraya gidebiliriz, ne de altınları alabiliriz.”
En küçük dev kardeş demiş ki: “Ben de garip bir şey öğrendim. Duymuşsunuzdur, Hint padişahının hanımının gözleri senelerdir görmüyor. Birçok hekime göstermişler ama nafile. Aslında çaresi çok basitmiş. Bahçelerinde bulunan ayva ağacının yaprağını kaynatıp suyunu gözlerine sürerlerse gözleri açılırmış. Ama maalesef biz dev olduğumuz için halk içine giremeyiz, oraya kadar gidipte bu işi yapamayız. Sonra bizi tutsak ederler.”
Sohbet böyle uzayıp gitmiş. Saat iyice ilerlemiş. Nihayet dev kardeşler konuşurken konuşurken birer birer, horul horul uyumaya başlamışlar. Bunu gören ve farkeden bizim Tezgeldi hemen saklandığı yerden çıkmış ve koşarak evden kaçmış.
Hemen devlerden duyduğu gibi o kocaman evin arkasına geçmiş. Büyük devin anlattığı büyük çınar ağacı şimdi tam karşısında duruyormuş. Hemen yakındaki söğüt ağacının dallarından derme çatma bir kafes yapmış. Kafesinin kapısını açık bırakmış ve ağacın altına koymuş. Daha sonra da bahsedilen fareyi beklemeye başlamış. Az sonra Fare ağacın altında toprağın içinde bulunan bir delikten başını çıkarmış, önce etrafı şöyle bir koklamış sonra da yiyecek aramak için delikten dışarıya çıkmış, bunu gören tezgeldi hemen ceketini farenin üzerine atarak onu yakalamış. Başlamış onunla konuşmaya. “Dur korkma farecik seni incitmeyeceğim, canını da yakmayacağım. Sadece kafese koyacağım. Malum benim bir anam var ve devlerden duyduğuna göre senin sayende zengin olacağım. Fareyi kafese koyar koymaz, yer sarsılmış, ağaç sallanmış ve birden bire yerin altından ağacın içinden ve dallarından altınlar dökülmeye başlamış. Aman Allahım ne çok altın varmış öyle.
Tezgeldi bir bakmış ki, taşıyamayacağı kadar altın karşısında duruyor. İçlerinden elli tanesini almış kesesine koymuş. Kalanlarını ise bir araya toplayıp derin bir çukur kazmış, “sonra gelir alırım” diye o çukura gömmüş. Sonra düşmüş yollara.
Uzun bir yürüyüşün ardından nihayet ortanca devin bahsettiği değirmene gelmiş. Değirmeni işleten ihtiyar değirmenciyi bir köşede uyuklarken bulmuş. Selam vermiş ve “değirmenci dayı, hayırdır, ne diye uyuyorsun” diye seslenip uyandırmış. İhtiyar değirmenci “Hem iş yok evlat, hem de yorgunum. Ama seni bana Allah gönderdi. Sen tanrı misafirisin. Bizde misafir çok değerlidir” Demiş ve önüne bir miktar yoğurtla biraz ekmek koymuş. “Kusura bakma oğul, başkaca bir şeyim yok. Olsaydı seni daha iyi bir şekilde ağırlamak isterdim” demiş.
Tezgeldi gülümsemiş ve bu iyi yürekli ihtiyarın değirmende gizli bütün altınları hak ettiğini düşünmüş. Sonra da “Değirmenci dayı, aslında sen zengin bir adamsın. Biliyor musun şu değirmen taşını kırarsan içinde seni ömrünün sonuna kadar bolluk içinde yaşatacak miktarda altın bulursun.”
Değirmenci gülmüş. “Evlat, misafirsin. Yemeğini ye ve yoluna git. Ben o taşı kırdığım zaman ekmeksiz kalırım. O taş benim en önemli sermayem. Hiç kırar mıyım?”
Tezgeldi hemen kesesinden on altın çıkararak “al o zaman bunları. Eğer o taşın içinden altın çıkmazsa bunlarla yenisinden en az on tane alabilirsin” demiş. Değirmenci bakmış ki Tezgeldi ciddi. Hemen eline köşede duran baltayı almış ve taşa hızlıca vurmuş. Taş ikiye bölünmüş. İçinden yine binlerce altın etrafa saçılmış.
İhtiyar değirmenci ne yapacağını şaşırmış. Bir altınlara bakıyor, bir tezgeldiye bakıyormuş. Altınları avuçlayıp avuçlayıp yine yere atıyormuş. Başlamış gülmeye. Sonra da tezgeldiye dönüp, “Evlet şu köşede çuvallar yığılı, içine un doldurduğumuz. Şimdi bu altınları onlara dolduralım. Hele yardım et bakalım” demiş.
Tezgeldi ile birlikte altınları çuvallara doldurmuşlar. Değirmenci onlara bir güzel saklamış ama bir çuvalını da tezgeldinin önüne koymuş. “Al evlat, bu da senin hakkın” demiş. Tezgeldi gülümsemiş ve demiş ki “Senin gibi iyi yürekli ve misafirperver bir ihtiyar bundan sonra rahat rahat yaşamayı hak ediyor. Bu altının hepsi senin. Benim bana yetecek kadar altınım var. Olmaz ama, lazım olursa gelir, senden alırım” diyerek ihtiyar değirmenciyi ikna etmiş ve vedalaşarak ayrılmış.
Yola koyulduğunda düşünmeye başlamış, “Şimdi hint diyarına gidecek bir gemi bulmam lazım. Öyleyse limana gitmem lazım” diyerek yolunu limana doğru çevirmiş. Gelmiş limana ve bir gemiye binmiş, kaptanın yardımıyla Hint ülkesine kadar gitmiş. Şehirde gezerken hakikaten de Hint padişahının karısının gözlerinin kör olduğunu ve hiçbir hekimin çare bulamadığını öğrenmiş. Hemen güzel bir giysi almış, güzelce giyinmiş ve bir doktor kılığında Hint padişahının sarayına gitmiş. Kapıdaki muhafızlara “Ben sultan hanımın görmeyen gözlerini iyi etmeye geldim.” Demiş. Muhafızlar daha önce hiç görmedikleri bu yabancıya şüpheyle bakmışlar. Kendi aralarında ne yapacaklarını konuşmaya başlamışlar. Tezgeldi bu sırada sarayın bahçesinde gerçekten bir ayva ağacı olduğunu görmüş ve küçük devin anlattığı hikayeden iyice emin olmuş. Ne yapacaklarına nihayet karar veren muhafızlar Tezgeldi’nin Hint padişahının huzuruna girmesine izin vermişler.
Tezgeldi, Hint Padişahının karşısına çıktığında onu biraz üzgün ve sinirli bulmuş. Padişah Tezgeldi’ye çıkışmış. “bana bak, bugüne kadar hanımımın gözlerini yüzlerce hekim tedavi etmeye çalıştı ama hiçbiri başaramadı. Eğer başaramazsan seni zindana attırırım, haberin olsun.” Tezgeldi kendisinden emin bir şekilde gerekeni yapacağını söylemiş. Padişahın huzurunda hanım sultanın gözlerini incelemiş, bir doktor gibi muayene etmiş. Sonra da padişahın izni ile sarayın bahçesine inmiş Oradaki ayva ağacının yapraklarından toplamış ve bir güzel kaynatmış, suyundan merhem yapmış ve Hind padişahının hanımının gözlerine sürüvermiş. Merhemi sürer sürmez gözleri açılan hanım sultan sevinçle kocasına sarılmış. “Artık her şeyi görebiliyorum” diye mutluluktan ağlamaya başlamış.
Bu duruma çok sevinen Hint padişahı Tezgeldi’ye birçok hediyeler vermiş.
Tezgeldi padişahın kendisine verdiği gemi ile ülkesine gelmiş, daha sonra devlerden öğrendiği ve fareyi hapsederek elde ettiği altınları gömdüğü ağacın altına gelip çukurdan tüm altınları adamlarının yardımıyla çıkarmış. Bu sırada limanda gemide bulunan diğer adamları padişahın verdiği hediyeleri denk yapmışlar, arabalara yüklemişler. Tezgeldi ile buluşmak için kararlaştırdıkları ve köylerine giden yolun ağzında buluşmak üzere yola çıkıp belirlenen yere gelmişler ve beklemeye başlamışlar. Üç gün sonra Tezgeldi yanında üç araba dolusu altın ve adamları ile birlikte çıkagelmiş. Hiç beklemeden yola koyulmuşlar. Bir gece yarısı tezgeldi anası ile yıllarca yaşayıp gittiği köye gelmiş, evlerinin önüne kadar gelip kapıyı çalmış.
Anası ihtiyar haliyle ve ağır adamlarla gelip kapıpı açıp süslü kıyafetler içinde ve etrafında bir sürü adamla oğlunu karşısında görünce çok şaşırmış, sevinmiş ve heyecanla oğluna sarılmış. Tezgeldi adamlarına çadırlarını kurmalarını ve artık burada yaşayacaklarını söylemiş. Kendisi de anasının yanına girmiş. Başından geçenleri bir bir anlatmış anasına.
O günden sonra anasına söz verdiği gibi kocaman bir saray yaptırmış. Anasına tuttuğu hizmetçilerle sarayın en güzel odasını hazırlatmış rahat ve huzur içinde yaşaması için.
Anasına yardımcı olan ve onu hiç bırakmayan komşularını da unutmamış tezgeldi. Hepsine bolca hediyeler ve altınlar ikram ederek teşekkür etmiş.
Anası ile mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşayıp gitmişler. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düşmüş, biri bu masalı yazanın, biri anlatanın, üçüncüsü de sizlerin başına düşsün sevgili çocuklar.